selam blog, sana da üvey evlat muamelesi yapıyorum, kusura bakma. biliyor musun bazen tek bir cümle, insanı yazmaktan alıkoyuyor. söyleyenin çok da fazla umursamadığı bu cümle, kendine ''acaba ben kötü mü yazıyorum?'' sorusunu defalarca sormaya yetiyor. ben aslında biraz da bu sebepten dolayı yazmıyordum, biraz da üşengeçlikten belki. yazacak çok konu vardı, birikti. daha doğrusu birikmişti. yazıların, en azından benimkilerin bir ''son yazılım tarihi'' var. bu tarihe kadar yazmadıysam, yazının büyüsü kalmıyor, özelliğini yitirmiş gibi hissediyorum. çok kurcalanmış hikayeleri sevmiyorum, devrik cümlelerimin çokluğunun sebebi bu olabilir.
telefonum çalmıyor. telefonumun çalmama sebebi, (artık) çok da aranılacak bir kişi olmadığımdan olsa gerek. bunun ''ne kötü! kimse beni istemiyor..'' şeklinde bir serzeniş olarak algılanmasını istemem. ben genelde, böyle konularda empati yaparım. ben olsam şöyle yapardım, böyle yapardım falan derim. gereksiz işler. bunu yapmamalıyım, hadi yaptım diyelim, asla dile getirmemeliyim. dün annem geldi. o yaşlandı, çok güçsüz, zayıf. geldiğinden beri yataktan çıkmadı diyebilirim. onun için endişeleniyorum, elimden de şu an bir şey gelmiyor. ailenin lanet erkekleri olarak onu bu hale biz soktuk. birbirinden aptal iki oğlu, iki tane bencil erkek kardeşi, bir tane ekstra large kocası, kendini peygamber sanan bir babası vesaire vesaire.. çok mutlu olmayı hak eden birini, özellikle de kadını mutlu edememek insana çok dokunuyor. hele o kişi annen ise. ve son umudu da bensem..
benden 15.07.12 tarihi itibari ile bir bok olmadı. kapıları zorlasam da, bazıları hiç açılmadı, bazıları ise hemen kapandı. çocukluğumda yaşadıklarımın beni bu yaşıma kadar zorlayacağını bilseydim, -ne yapıp eder- ölüm acısını bu denli içime kazımazdım. her gün, her saat, her dakika derken bir bakmışsınız ömrünüzün sonuna kadar anılarla yaşamışsınız. ben yarısına gelmişim bile..
eyvallah.
Serhan.
15 Temmuz 2012 Pazar
13 Haziran 2012 Çarşamba
Beklenti ve Realite
iyi sabahlar millet,
öncelikle; martıların bağrışması depremin habercisi filan değil. şimdi size kalkıp; olayın mitolojik yönünü anlatırsam, yazacağım yazının içine sıçmış olurum, biliyorum. ama buraya kadar gelmişsiniz, el mahkum özet geçeceğiz. eskiden bir deniz kızı ve balıkçı varmış, klasik aşık olmuşlar. yine klasik deniz tanrısı bu olaya taş koymuş, malum yüksek rütbelilerin işi hep taş koymaktır. ben, hiç şaşırmadım. ee işte bu deniz tanrısı, deniz kızını dalgalara hapis etmiş. bizdeki ÖYM hesabı, önce esaret altına alınmış deniz kızı, sonra kendisine uygun bir suç temin edilmiş. zavallı balıkçı da her yerde hatunu aramış, malumunuz bulamamış. gök tanrı, ''kızı bırak..'' demiş, deniz tanrısına. deniz tanrısı da bırakmış lakin, el çabukluğu marifet iki sevdalıyı da bu martı kuşlarına çevirmiş. açıkçası; bence işin içinde gök tanrı da var, ondan habersiz kuş uçmaz sonuçta, herif gökyüzünden sorumlu. yok; deniz tanrının tek başına yiyeceği halt değil bu olay. neyse, gök tanrı her birinden en az üç çocuk ;) istemiş böylece, martılar çoğalmışlar, kuş bakışı ne zaman bir sevgili görseler, çığlık atmaya başlamışlar. manyak olmuşlar tabi. genetik bir vuku. gerçi sabahın altısında onca sevgiliyi nereden de görüyorlar, bağırıyorlar orası muamma. belki de hissediyorlardır.
çok enteresan bir adamım ben, siz merak etmişsinizdir diye ''martı niye sabahları kafamızı ziker?'' konusunu da şey ettim, üşenmedim. taam lan ben de merak ettim. ama istesem yazmazdım, kendim okurdum.. off aklımdan atamıyorum martıları. hala martılar hakkında yazmak istiyorum, problem yumağıyım olum. konumuza geliyorum, beklenti ve realite. bu yazı aslında inspired by beyza'dır. malum arkadaşlık, dostluk, akrabalık.. (sonuncusu bende yok ama, sizde var diye yazdım.) karşılıklı duygular barındırmalıdır. bir nevi, karşılıklı beklenti işte. önce bir bakın mevzu bahis kişiye; geçmişte size ne yapmış? kötü zamanınızda yanınızda olmuş mu? manevi destek sağlamış mı? maddi bir sıkıntınızda, elinden geleni yapmış mı? biri kafanızı kırmaya yeltendiğinde ne yapmış? heh kişilere göre sorularınızı şekillendirin ve beklentinizi cevaplarınıza göre oluşturun. şimdi de bu beklentinizi biraz düşürün, sağlam olsun. (mühendislik kuralıdır).
''kimseden bir şey beklemem lan ben..'' kişisiyim, diyorsanız; hepten yalan bir psikolojidir o, geçiniz. çok denedim, biliyorum. herkes hatta herkez zamanı gelir, birinden ister-istemez bir şeyler bekler, duygudur bu. saklayamazsınız haa belli etmezsiniz, o ayrı. neyse bir de şu vardır; realite. atıp, tutmak, sallamak çok kolaydır. ciddi değilseniz, kız arkadaşınıza boş vaatlerde bulunmayın, tutamayacağınız sözler vermeyin. veya hatunsanız; ''lan olum sen böyle sadece hedefe kilitleniyorsun ya, ön sevişme filan hak getire.. öyle olmuyor bu..'' deyin. bu işler sırayla, aslında önce ben! allah'ın odunu deyin, hala aynıysa; kaçın. vee maddiyat; çocukken küçük dayım, yılbaşı çekilişi öncesi şu piyango çıksın, sana araba alacağım derdi. halbuki piyango çıksa; haberim bile olmayacağı gerçeğini, büyüyünce öğrenebildim. lan bir şey deme bari, ama bu işler böyledir. insanoğlu gaza gelir bir an. bol keseden atar. siz, o gaza geldiğinde geçmişe bir bakın, soruları cevaplayın, sonra hevesinizi yavaşça yere bırakın, kendinize gelin. realite iyidir. nam-ı kemal ne demiş? ''hayalle yaşayanın götüne koyayım..'' demiş..
elbette insanlardan beklentilerinizi düşünürken, çuvaldızı da kendinize batırmayı unutmayın. ben ne yaptım olum x kişisine ki ondan bunu bekliyorum amk? diye sorun kendinize. vee tarafsız olun, yaptığınızı üçle çarpıp, x kişisinin yaptığını üçe bölmeyin emi okurlarım?
öperim gıdınızdan.
serhan.
not: martı olayının alıntısı buradandır. birazcık cıvıklaştırdım elbette.
öncelikle; martıların bağrışması depremin habercisi filan değil. şimdi size kalkıp; olayın mitolojik yönünü anlatırsam, yazacağım yazının içine sıçmış olurum, biliyorum. ama buraya kadar gelmişsiniz, el mahkum özet geçeceğiz. eskiden bir deniz kızı ve balıkçı varmış, klasik aşık olmuşlar. yine klasik deniz tanrısı bu olaya taş koymuş, malum yüksek rütbelilerin işi hep taş koymaktır. ben, hiç şaşırmadım. ee işte bu deniz tanrısı, deniz kızını dalgalara hapis etmiş. bizdeki ÖYM hesabı, önce esaret altına alınmış deniz kızı, sonra kendisine uygun bir suç temin edilmiş. zavallı balıkçı da her yerde hatunu aramış, malumunuz bulamamış. gök tanrı, ''kızı bırak..'' demiş, deniz tanrısına. deniz tanrısı da bırakmış lakin, el çabukluğu marifet iki sevdalıyı da bu martı kuşlarına çevirmiş. açıkçası; bence işin içinde gök tanrı da var, ondan habersiz kuş uçmaz sonuçta, herif gökyüzünden sorumlu. yok; deniz tanrının tek başına yiyeceği halt değil bu olay. neyse, gök tanrı her birinden en az üç çocuk ;) istemiş böylece, martılar çoğalmışlar, kuş bakışı ne zaman bir sevgili görseler, çığlık atmaya başlamışlar. manyak olmuşlar tabi. genetik bir vuku. gerçi sabahın altısında onca sevgiliyi nereden de görüyorlar, bağırıyorlar orası muamma. belki de hissediyorlardır.
çok enteresan bir adamım ben, siz merak etmişsinizdir diye ''martı niye sabahları kafamızı ziker?'' konusunu da şey ettim, üşenmedim. taam lan ben de merak ettim. ama istesem yazmazdım, kendim okurdum.. off aklımdan atamıyorum martıları. hala martılar hakkında yazmak istiyorum, problem yumağıyım olum. konumuza geliyorum, beklenti ve realite. bu yazı aslında inspired by beyza'dır. malum arkadaşlık, dostluk, akrabalık.. (sonuncusu bende yok ama, sizde var diye yazdım.) karşılıklı duygular barındırmalıdır. bir nevi, karşılıklı beklenti işte. önce bir bakın mevzu bahis kişiye; geçmişte size ne yapmış? kötü zamanınızda yanınızda olmuş mu? manevi destek sağlamış mı? maddi bir sıkıntınızda, elinden geleni yapmış mı? biri kafanızı kırmaya yeltendiğinde ne yapmış? heh kişilere göre sorularınızı şekillendirin ve beklentinizi cevaplarınıza göre oluşturun. şimdi de bu beklentinizi biraz düşürün, sağlam olsun. (mühendislik kuralıdır).
''kimseden bir şey beklemem lan ben..'' kişisiyim, diyorsanız; hepten yalan bir psikolojidir o, geçiniz. çok denedim, biliyorum. herkes hatta herkez zamanı gelir, birinden ister-istemez bir şeyler bekler, duygudur bu. saklayamazsınız haa belli etmezsiniz, o ayrı. neyse bir de şu vardır; realite. atıp, tutmak, sallamak çok kolaydır. ciddi değilseniz, kız arkadaşınıza boş vaatlerde bulunmayın, tutamayacağınız sözler vermeyin. veya hatunsanız; ''lan olum sen böyle sadece hedefe kilitleniyorsun ya, ön sevişme filan hak getire.. öyle olmuyor bu..'' deyin. bu işler sırayla, aslında önce ben! allah'ın odunu deyin, hala aynıysa; kaçın. vee maddiyat; çocukken küçük dayım, yılbaşı çekilişi öncesi şu piyango çıksın, sana araba alacağım derdi. halbuki piyango çıksa; haberim bile olmayacağı gerçeğini, büyüyünce öğrenebildim. lan bir şey deme bari, ama bu işler böyledir. insanoğlu gaza gelir bir an. bol keseden atar. siz, o gaza geldiğinde geçmişe bir bakın, soruları cevaplayın, sonra hevesinizi yavaşça yere bırakın, kendinize gelin. realite iyidir. nam-ı kemal ne demiş? ''hayalle yaşayanın götüne koyayım..'' demiş..
elbette insanlardan beklentilerinizi düşünürken, çuvaldızı da kendinize batırmayı unutmayın. ben ne yaptım olum x kişisine ki ondan bunu bekliyorum amk? diye sorun kendinize. vee tarafsız olun, yaptığınızı üçle çarpıp, x kişisinin yaptığını üçe bölmeyin emi okurlarım?
öperim gıdınızdan.
serhan.
not: martı olayının alıntısı buradandır. birazcık cıvıklaştırdım elbette.
Etiketler:
akraba,
arkadaşlık,
beklenti,
deniz kızı,
dostluk,
gerçek,
gök tanrı,
hayal,
kız erkek ilişkisi,
martı,
öym,
realite
5 Haziran 2012 Salı
Fenerbahçe için; hak, adalet ve hukuk.
selam,
yazıyı yukarıdaki linke tıklayarak okuyunuz lütfen. bu aralar pek iyi gözükmüyorum. e zaten ''bu aralar pek iyi gözükmüyorsun, Serhan..'' cümlesini çok işitiyorum, sorun yok. 19, yazıyla on dokuz! evet tam on dokuz tane duruşma geçti, 11 ay içinde. savcı efendi son duruşmada, savunmayı da dinleyip, mütealasını hazırlar diye beklemiştik lakin 260 sayfalık müteala çoktan hazırmış. muhterem, zaten -imece usulü- hazırlanmış doküman ile mahkemeye teşrif etmiş. sanıklar, savcı da burada diyerek, savunma yapmışlar. sonra garip bir müteala özeti okunmuş mahkemeye. savcı bey, 8-10 temmuz arasında bir zaman boşluğunda kalmış sanki. hani öyle ki; geçen temmuz'daki taraf gazetesi'nden ve benzer paçavralardan Fenerbahçe haberleri toplasan, sanıkları hiç tanımasan, savunmaları da iplemesen, konuyu da bilmesen, topu da KARPUZ ile karıştırsan ancak böyle SAÇMA-SAPAN bir müteala ortaya çıkarırsın. haa pardon bir de süper taraflı olman lazım çünkü Trabzon hakkında olanları da es-geçmen gerekiyor. vicdanını baya bir kenarda bırakan savcı bey'i tebrik ediyor, kendisine gittiği yolda başarılar diliyorum. selametle.
gelelim, 3 temmuz'dan sonraki halime. ışıklardayım arabada bekliyorum, yeşil yanmış, ben gitmiyorum, kornalar vs. bekleyin diyorum, peki ben niye gitmiyorum? Çünkü yanımda bir mini cooper durmuş, aklımdan ''Abdullah Başak bu arabaya sığmaz, Korcan'ın olmayan kız kardeşine alınan arabanın aynısı bu.. ahh oynanan hayatlar, 2.5 milyon dolar, çantaya da sığmadı zaten.. tu allah belanızı versin..'' derken, yeşil yanmış oluyor da ondan. Biyoner'den bahis oynasak mı diyorlar? yaa diyorum biz bu bilyoneri 1.05 oranlı FB-Sivas maçı için kapatmıştık, bununla da suçlanmıştık, yine allah belanızı versin be diyorum. karşımdaki konuyu kapatıyor zaten. Poyraz çıktı, esiyor diyorlar, benim aklıma palavracı gizli tanık Poyraz efendi geliyor oradan Yadigar Boğa'ya geçiyorum. Savcı Yadigar'ı da şikeden suçlu buldu yalnız. bilin yani. Berk diyorlar, savcı berk mi diyorum?!
satranç çağrışım ROK; aklıma kaniş köpeği suratlı, o çığırtkan herif geliyor, baransu geliyor, uslu geliyor. Balık yerken hamsi yemiyorum, o aksanı duyunca midem bulanıyor. arıya zaten alerjim vardır, görünce ispiyoncu arıboğan'ın suratı gözümün önüne geliyor. koska helvacısını görünce, aklıma diğer ispiyoncu helvacı geliyor. Mehmetali deyince o mıymıntı konuşmasıyla kas kafalı MAA önümde duruyor sanki, çekil be adam.. diyorum. annem, yazlıktan bilmem kim botoks yaptırmış dediğinde, gökten zembille! inen Belçika vatandaşı GS başkanı ve 20 milyon AKP seçmeni aklıma geliyor. son maçta yerde yatıp kalkmadıkları, beraberlikle şampiyon olmaları geliyor. polisin kışkırtması geliyor. ankara'da bursa tarftarına çıt çıkaramdıkları geliyor.
parkta koklaşan köpekleri görünce, canım Melo ve Eboue'ye hoşt demek istiyor, yara bandı görünce Terim ve mimikleri geliyor. beyaz sayfa görünce, aklanın da gelin, paklanın da gelin diyen ex-Papermoon kardeşi BJK geliyor. TS'un kupa sapı şampiyonluğunu, sitesinden kutlayan Çarşı karşımda manasızca bağırıyor sanki. kupamizu verun diyen Sadri'nin TS maçında Semih'e saldırması, sonra her şeyi inkar etmesi geliyor. çevik deyince, biber gazı, cop geliyor. Çağlayan deyince ise suçsuzluğumuzu ispat etmek için başkan ve yöneticilerimizin girdiği duruşmalar aklıma geliyor. başkanın, ''açıklama istediğiniz başka husus var mı?'' sorusu kulağımda çınlıyor. lakin polis devletimiz bize bu suçları uygun görmüş, AiHM'e gitmekten başka bir çaremiz kalmamış. ona da bulurlar bir şey, seksen yaşında bile olsalar paşalar içeride. nedir bu kin? memlekette, sahte cdlerle özgürlüğünün elinden alınması ile tehdit edilebiliyorsun. gık diyemiyorsun. hatırlayalım, Aziz Başkan ne dediydi, gazetecilere; ''ne şikesi? memleket elden gidiyor.. hala şike diyorsunuz..'' Fenerbahçe aleyhine konuş, aileni göremezsin diyorlar İbrahim'e, tehdit ediyorlar. bunu yapan soruşturmayı devr alan savcı?! başka adamı, sen o kadar para etmezsin diyip, Fenerbahçe'ye şikeden dolayı transfer oldun zaten diyerek karakolda üç gün tutuyor, oradan yabancı şubeye götürüyorsun. zübük medya şimdilerde Emenike'nin fiyatını, attığı golleri haber yapıyor. ulan sizlerin yüzünden gitti adam, bari haber vermeyin allahın belaları. ama yıkamayacaksınız bizi olum. bu ayki duruşmada ÇOK KALABALIK bir şekilde sizlerle görüşeceğiz.
Sarı-Lacivert deyince; akan sular duruyor işte.. aklıma mütemadiyen Aziz başkan geliyor, ardından Metris geliyor. 60 yaşında adam, nelere göğüs geriyor? helal olsun diye düşünüyorum. Aziz Başkan'ın bu durumda olmasının müsebbiplerine çok ağır küfürler, beddualar ediyorum ve ülkemde; ''adalet hak ve hukuk'' kelimelerinin hele ki mevzu bahis FENERBAHÇE olunca hiçbir şey ifade etmediğini artık çok iyi biliyorum.
Dayanınız Başkan'ım..
sizi çok özledik.
Serhan.
Etiketler:
3 temmuz,
aziz başkan,
aziz yildirim,
çağlayan,
duruşma,
fenerbahçe,
mahkemeler,
metris,
taraftar
28 Mayıs 2012 Pazartesi
sütçü
sevgili bilog çok doluyum olum, öyle böyle değil. öncelikle dindar nesil yaratacağız dediniz ya. aha da o kokuşmuş sütleri içirip, zehirlediğiniz, -güya- geleceğin dindar neslini temsil edecek olan çocuklar; bu eziyeti hayatta unutmaz. oy moy çıkmaz size onlardan. çocuk lan bunlar. o çocuklardan kaç tanesi tekrar süt içebilecek? insan psikolojisinden bihaber olan devlet büyüklerinden en büyüğü, tee slovenya'dan ''o sütler bitecek..'' diye demeç verirken, eğitim bakanı dinçer şahsiyet ve arınç beyefendi ise bu toplu zehirlenmeye, bir doktor edasıyla ''psikolojik alerji'' tanımını koyuverdi. peki, nereden geldi bu içilmesi -farz- olan sütler? muamma, çok istiyorsanız buyurun kendiniz için.
bu baskıcı zihniyetiniz sizi bitirecek, yoksa muhalefet; halohop tereyağlı-ballı ekmek..
saygılar,
serhan.
bu baskıcı zihniyetiniz sizi bitirecek, yoksa muhalefet; halohop tereyağlı-ballı ekmek..
saygılar,
serhan.
durup dururkenlerimiz
selam,
öncelikle bu bir yazı dizisi olacak. diğerlerinden farklı olsun diye böyle bi bok yemeğe karar verdim. geçen hafta benim için iyi bir hafta değildi. zaten geçen haftanın iyi bir hafta olmayacağının sinyalini bir önceki hafta vermişti. Letonya'da kaldığım zamanlar, kafayı bulup, kavga ettiğim geceler olurdu. baya olurdu hatta:) orada, buradaki gibi, silah-bıçak vb. gibi aksesuarlar pek kullanılmazdı. dövüşürdün işte, belki ağız burun dağılmış şekilde vodka içmeye durumuna bağlı olarak devam bile edebilirdin. ya sabah suu diye uyandıp, içtiğim suyun dudağımın bir kenarından aynen aktığını farkettiğimde, ulan serhan yine mi?! dediğim, sabahlar? dudak şiş, kalkarım ve aynaya bakarım. sol göz, biraz vücutta çizikler. o da ne? en sevdiğim tişörtüm, giyilmez durumda. eğer vaziyeti çok kötü değilse, spor için ayır onu. sporda eski şeyler giyerim ben. sonra duşa gir, kafanı şampuanlarken birkaç yerde acı. e buz koy. bir keresinde bir ay kadar doğru düzgün ağzımı açamamıştım, dışarıdan belli olmuyordu ama, yemek yerken, sorundu. çatlamıştı kafam.
bu yukarıda anlattıklarımın hepsi, fiziksel acılar, darbeler. bir çok kişi acıdan çekinir. acı yani bu, mazoşist olmadığın sürece durup dururken insanların oranı/buranı acıtmaları elbette ki hoş değil. bu arada, senin -durup dururkenin- ile benimki bir olmayabilir. durup dururken aslında elastiktir. fazla çekiştirmeye gelmez, kopuverir. yalnız, bir kere koptu mu, kopmasına müsebbip eyvallahların hep karşına çıkar. derken bir bakmışsın, bu duruma alışmışsın. yastığa başını koyarken; aman hayatımda kız arkadaşım var, nişanlım var, annem var, babam var (ki liste uzar.) eyvallah demekle en iyi kararı verdim, diyerek uyumaya da alışırsın. peki ya karakterin?! kaç senelik karakterinin psikolojisi, bu yeni oluşuma ne der? ummadık bir anda; n'apıyorsun birader sen? diyebilir. gerçekten yeni oluşum, içine sinmediyse; cevap veremezsin, öyle kalırsın. psikoloji, adamla pis oynar. zorda kaldığında, zayıflıklarını hemen önüne koyar. herkesi kandırabilirsin ama, psikolojini (kendini) kandıramazsın. haa dediğim gibi, iyi günlerde ses etmez, o kadar.
ben, yastığa başımı anında koyup, uyuyamasam da; bunun sebebi miras kalan karakterime ihanet etmem değildir. pesimist bir adamımdır lakin, kendime bu konuda -ben bile-. bir şey diyemem. fiziksel bir acıyı, psikolojik olana ki buna suçluluk duygusu da denilebilir tercih ederim. acıyıp, geçmesi... sonra karşıma bööö diye... çıkmasından daha iyidir. bir sonraki yazı, kapanan kapılar..
devam edecek..
serhan.
Etiketler:
acı,
delilik,
durup dururken,
fiziksel,
karakter,
psikoloji,
suçluluk duygusu
5 Mayıs 2012 Cumartesi
çocuk gibi..
günaydın,
memleketi iç ettiniz, her gün mutsuz kalkıp, mutlu olmak için sebep aramaktan bıktım. her gün, şehit haberi okumaktan da bıktım. O ne isterse, ''hayt huyt zihniyeti'' ile olmasından ise çok sıkıldım. salak yerine konulmaktan bıktım. psikolojik alerji yapan sütlerin miniklere zorla içilmesine bakakaldım. o'nun yardımcısının ki bu modellerin alayı ulema olur; konu hakkında ve genelde her konu hakkında bildiğini, aslında bilmediğini! bizlere yutturmaya çalışmasından da bıktım. televizyondaki O ses, kabusum oldu. alnından, boynundan fırlayan damarlara karşı, türlü düşünceler dolaşmakta, beynimde.
suratlarına bakılmazların, bakan olduğu, her demeç verdiklerinde şok olduğum insanlar, ayrıca arka karede pişmiş kelle gibi sırıtan yancılar; sizleri zerre kadar sevmiyorum. sadece işinize geleni yazıp, işinize geleni gösteren medyaya, yazarlara her gün ana-avrat küfür ediyorum. bunun adı mı demokrasi imiş? monarşik bir rejimi, demokrasi diye anlatmayın bize. kurduk ulan monarşiyi salaklığınıza yanın, din devletiyiz, polislerimizle ananızı belleriz deyin.. imalarınızdan da bıktık, direkt söyleyeceğiniz günler de yakın di mi? yetmez ama evet deyip, ailecek destek veren sanatçı serçeleri, ''güya'' yardım niyetine bizim paralarımızla -yandaş sanatçı kontenjanından- seyahatlere gidenleri, sesini kesip hiç tepki vermeyenleri, hainleri, çocuklar dağlarda ölürken teröristle masaya oturanları, silah arkadaşlarını satanları ve benzerlerinizi.. sizleri asla ama asla affetmeyeceğim.
''en sevdiğim arkadaşlarım'' sıralamasının her hafta değiştiği bir çocuk gibiyim. çünkü en sevdiğim arkadaşımın ömrü, evinin önüne yanaşan, kırmızı bir kamyona yüklenen eşyaları görene dek sürüyor. herkes gider oldu mahalleden. boşalan daireye, bizlere hiç benzemeyen bir ailenin, bizlere hiç benzemeyen çocuklarının yerleşmesini uzaktan izlemek gibi bu değişim. sadece çocuk ben; mahalle sanıyorum, ülkeyi. ''türküm, doğruyum''u bu sene ben okurum, son sınıfım derken, andımız artık okunmaz olmuş, ey büyük Atatürk..! diye bağırmak yasaklanmış. zaten ben de artık son sınıf değilmişim, o da değişmiş. mahallemiz, kesinlikle yaşanması eğlenceli bir yer değil artık! diye ağlayan bir çocuk gibiyim.
Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım'a yapılan hukuksuzluğa, sırf mevzu bahis Fenerbahçe olduğu için sevinenleri gördükçe içim acıyor. ulan allah belanızı versin be. 60 yaşında adamın hapishanede yatmasına sevinen hazır kindar bir nesil verdiniz, O'nun eline. yetiştireceğiz dediydi, ''meğer elimde hazırı varmış..'' diye avuçlarını ovuşturuyordur şimdi. geç olmadan, kendinize gelin. keşke Aziz Yıldırım kadar inatçı ve dirençli olsaydınız da memleketi bunların ellerine bırakmasaydınız. acı ama gerçek sizler, bir FENERBAHÇE kadar olamadınız. bu baskıcı rejime dayanma sebebim; Fenerbahçe'nin hala ayakta olmasıdır. allah başkan'a kuvvet ve sağlık versin. dayanınız, az kaldı.
son cümle; Başkan'ım bu böyle gitmeyecek; parti kurun, oy verelim..
görüşürüz.
serhan.
2 Mayıs 2012 Çarşamba
çocuk olmak
selam gençler,
film izlemek çok güzeldir, ben severim. her şeyin aşırısı zarar demişler ya, film izleme olayının da aşırısı zarar galiba. filmlerin sonlarını aşağı yukarı tahmin eder oldum. aynı haltı ister istemez hayatıma da uyguluyorum, açıkçası -önceden olacakları biliyorum- diyebilirim. genelde de yanılmıyorum.
çok garip yerlerde bulundum sayılır. öyle pek sıcak kanlı insan olmasam da, belirli bir seviyedeki davetkar topluluğa da hayır demem. insanlara çok bayılmam ama şans vermemezlik yapmam. bunun asıl sebebi; aslında bizzat kendimdir. zor bir adamım, ağzım pis laf yapar, istediğim bir şey varsa genelde alırım. alamazsam da beklerim, sabırlıyımdır falan filan. millete dert olmak istemem, kendi kendimi de oyalayabildiğimden; taşları yerinden oynatmaya gerek yok diye düşünürüm. taşlar oynamak isterse e, sonuçta taşlar tek başına yerinden oynamaz, illa duramamış; bi' dürtmüşsümdür ben onları. çok eski bir arkadaşım vardı(r), adı ahu. bana hep samimiyetsiz der. mesafeli durduğum için böyle diyormuş. ben de her defasında tebessüm ederim ama hiç neden böyle davrandığımı kendisine açıklamadım. kısmet bu güne imiş, anlatıyorum. biz 10 kişilik bir arkadaş grubuyduk. (90lı yıllar) aynı yazlık sitede kalır, günlerimizi beraber geçirirdik. aramızda zaman zaman tartışmalar, beklenmeyen durumlardan mütevellit bazı bölünmeler de olurdu. çocuktuk, gerçi insan her yaşta çocuk olabilir hatta olmalı da. daha mühimi -nerede çocuk olunmayacağını- bilmek bence.
konuya dönelim, tartışmalar kimi zaman benimle ilgili, bazen rahmetli evren'le, bazen dinç, burak veya mert ile ilgili olurdu. kerem'i de unutmamak lazımdı. ikili oynardı. ben, konuyu uzatmaktan yana olmazdım, birbirimizle dalga geçerdik belki ama o orada kalırdı. bazılarımız, diğerlerine daha az cevap verebilirdi.ama onlar da diğerlerinden daha iyi başka bir aksiyon yaparlardı. ahu ise tartışmayı uzatabildiği kadar uzatır, yanına toplayabildiği kadar da mürit toplardı. hele ki azıcık haklıysa, hemen küser bildiği -ne var, ne yok- varsa ortaya dökerdi. onun erkek versiyonu da dinç'ti. bu arada asla mürit olmadım. ve bir gün geldi; o koyduğum mesafeyi asla aşamadım. sonra samimiyetsiz adını aldım.
çok geceler yalnız kaldım. hiç tanımadığım bir düzine insanla aynı odayı da paylaştım. arada bakardım; tedirgin uyuyanları görürdüm. hostellerde kalanlar bilir, açılması kolay kasalara özel eşyalarınızı vs koyarsınız ve kilitlersiniz. o kasaları hiç kilitlemedim, pek de bir bokum yoktu zaten. biri bir şey alacaksa, kasmaya gerek yok; onu o dandik kasadan her halükarda alır, diye düşünürdüm.
düşüncemin yanına da emanettim..
eyvallah.
Serhan.
not: hayatta bir bok öğrendiysem, o da; nerede ve ne zaman gideceğimi bilmemdir.
film izlemek çok güzeldir, ben severim. her şeyin aşırısı zarar demişler ya, film izleme olayının da aşırısı zarar galiba. filmlerin sonlarını aşağı yukarı tahmin eder oldum. aynı haltı ister istemez hayatıma da uyguluyorum, açıkçası -önceden olacakları biliyorum- diyebilirim. genelde de yanılmıyorum.
çok garip yerlerde bulundum sayılır. öyle pek sıcak kanlı insan olmasam da, belirli bir seviyedeki davetkar topluluğa da hayır demem. insanlara çok bayılmam ama şans vermemezlik yapmam. bunun asıl sebebi; aslında bizzat kendimdir. zor bir adamım, ağzım pis laf yapar, istediğim bir şey varsa genelde alırım. alamazsam da beklerim, sabırlıyımdır falan filan. millete dert olmak istemem, kendi kendimi de oyalayabildiğimden; taşları yerinden oynatmaya gerek yok diye düşünürüm. taşlar oynamak isterse e, sonuçta taşlar tek başına yerinden oynamaz, illa duramamış; bi' dürtmüşsümdür ben onları. çok eski bir arkadaşım vardı(r), adı ahu. bana hep samimiyetsiz der. mesafeli durduğum için böyle diyormuş. ben de her defasında tebessüm ederim ama hiç neden böyle davrandığımı kendisine açıklamadım. kısmet bu güne imiş, anlatıyorum. biz 10 kişilik bir arkadaş grubuyduk. (90lı yıllar) aynı yazlık sitede kalır, günlerimizi beraber geçirirdik. aramızda zaman zaman tartışmalar, beklenmeyen durumlardan mütevellit bazı bölünmeler de olurdu. çocuktuk, gerçi insan her yaşta çocuk olabilir hatta olmalı da. daha mühimi -nerede çocuk olunmayacağını- bilmek bence.
konuya dönelim, tartışmalar kimi zaman benimle ilgili, bazen rahmetli evren'le, bazen dinç, burak veya mert ile ilgili olurdu. kerem'i de unutmamak lazımdı. ikili oynardı. ben, konuyu uzatmaktan yana olmazdım, birbirimizle dalga geçerdik belki ama o orada kalırdı. bazılarımız, diğerlerine daha az cevap verebilirdi.ama onlar da diğerlerinden daha iyi başka bir aksiyon yaparlardı. ahu ise tartışmayı uzatabildiği kadar uzatır, yanına toplayabildiği kadar da mürit toplardı. hele ki azıcık haklıysa, hemen küser bildiği -ne var, ne yok- varsa ortaya dökerdi. onun erkek versiyonu da dinç'ti. bu arada asla mürit olmadım. ve bir gün geldi; o koyduğum mesafeyi asla aşamadım. sonra samimiyetsiz adını aldım.
çok geceler yalnız kaldım. hiç tanımadığım bir düzine insanla aynı odayı da paylaştım. arada bakardım; tedirgin uyuyanları görürdüm. hostellerde kalanlar bilir, açılması kolay kasalara özel eşyalarınızı vs koyarsınız ve kilitlersiniz. o kasaları hiç kilitlemedim, pek de bir bokum yoktu zaten. biri bir şey alacaksa, kasmaya gerek yok; onu o dandik kasadan her halükarda alır, diye düşünürdüm.
düşüncemin yanına da emanettim..
eyvallah.
Serhan.
not: hayatta bir bok öğrendiysem, o da; nerede ve ne zaman gideceğimi bilmemdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)